Türk Mektupları kitabı her ne kadar hatırat-mektup karışımı bir tür olarak yayımlanmış olsa da yazar bence tam bir gezi mektupları kaleme almış. Evet, hatırat kategorisinde değerlendirilebilecek kadar tarihsel detaylar ve önemli hatıralar mevcut kitapta. Zaten adı üstünde mektup tarzında yazılmış. Ama Busbecq gözlemlerini öyle akıcı ve neşeli bir dille aktarmış ki okuduğum mektuplar boyunca sanki bir gezi kitabı havasında ilerledim.

Busbecq Efendi Kanuni Sultan Süleyman devrinde yaşamış ve ülkemize Ferdinand tarafından elçi olarak gönderilmiş bir zât. Mütareke görüşmeleri için gelip gittiği bu süreçlerde yaşadıklarını 4 mektup halinde bir meslektaşına yazıp göndermiş. Daha sonra bu mektuplar bir araya getirilerek kitaplaştırılmış ve yayımlanmış. Elçi olması hasebiyle ve de sorumlu olduğu ülkesine rapor vermek maksadıyla mektuplarında uzun uzadıya birçok olayı ayrıntılı bir şekilde aktarmış.

Teknik olarak yayınevinin çok sağlam bir iş çıkardığını söyleyebilirim. Birçok yerde açıklayıcı dipnotlar veya yazı arasında köşeli parantez içerisinde açıklamalar konulmuş. Kitabı çevirirken esas alınan İngilizce metinde yazılanların doğruluğu araştırılarak birçok hata düzeltilmiş. Bunun yanı sıra yazarın satır aralarında bahsettiği özel isimler, mekan adları, tarihi eserler vb. için günümüzdeki karşılıkları kullanılmış, kişi veya mekanlar hep açıklanmış. Bu sayede okuyucunun kafasında boşlukların oluşmasının önüne geçilmiş. Okuduğunuz her mektuptaki yaşanan hadiseler ve gözlemler havada kalmıyor hiç.

Muhteva olarak ise malum olduğu üzere Busbecq’in gözlemleri var. Ne gördüyse, başına ne geldiyse yazmış mübarek. Fakat anlattıklarının detayına indiğimizde, işte dananın kuyruğu orada kopuyor. Bir batılı olarak bakış açısı o kadar yabancı ki, gördükleri kendisini çok şaşırttığı gibi birçok noktada Osmanlı’yı ve Türk toplumunu sert bir şekilde eleştiriyor. Muhtemelen ya bilmediğinden ya da anlayamadığından gördüklerini ilkel ve barbarca yorumluyor bazı yerlerde. Ecdadımız hakkında böylesine anlamsız ve sert eleştiriler okurken canımı sıktıysa da, Busbecq’in cahilliğine verdim. 😉

Kitabın genel havasından çıkan ilginç bir sonuç ise bugün ümmetçe içine düştüğümüz problemleri o zamanlar Avrupalılar yaşıyorlarmış. Mesela bugün hep ne deriz, Batılılar bilimsel ve sosyal alanlar başta olmak üzere her konuda bizden ilerideler. Keşifler yapıyorlar, disiplinli çalışıyorlar, sürekli başarılara imza atıyorlar vs. Biz neden böyle umarsız ve üretemez olduk?

İşte bu ifadeleri 500 yıl önce Busbecq kendi ülkesi nezdinde Avrupa devletleri için kullanmış. Osmanlı’nın en ihtişamlı dönemine dair gördükleri bir yana, kendi ülkesinin sürekli yaşadığı mağlubiyetler, disiplinsizlikler, vizyonsuzluk diğer yana… Kum saati o zamanlar bizden yana akıyordu, şimdi onlardan yana akıyor. Ama tüm kum taneleri bittiğinde saat tekrar tersine dönecek ve zaman bizden yana akacak inşalllah tekrar!

Kitapta dikkatimi çeken hususlar, altını çizdiğim cümleler şu şekilde:

  • Süvariler kasabanın kapısından çıkınca dörtnala oraya buraya dağılarak yere bir top attılar. Atlarını son sürat koşturup topu mızraklarının ucuyla yakalamaya çalışıyorlar ve benzeri oyunlarla kendilerini eğlendiriyorlardı.
  • Sultanın imparatorluğa dağılmış 12.000 kişilik yeniçeri gücü var. Bunlar düşmana karşı kaleleri, halkın tecavüzüne karşı da Hristiyanları ve Yahudileri korurlar.
  • Türklerin bir özelliği de binalarında ihtişamdan kaçınmaları. Bu gibi şeylere önem vermeyi kendini beğenmişlik, gurur ve gösteriş addediyorlar -bunlar adeta insanın bu dünyada ebediyen var olmayı beklediğine işaret edermiş gibi.
  • Türk orduları yağmur sularının kabarttığı azametli nehirler gibidir. Aktığı yatağın herhangi bir yerinde onları durduran engelden sızıp geçebilirlerse, bu gedikten boşalarak sonsuz tahribat yaparlar.
  • Türkler üzerine Tanrı’nın adı yazılabildiği için kağıda çok saygı duyarlarmış. Bu nedenle kağıt parçalarının yerlerde sürünmesini istemezler, bulduklarında çiğnenmesin diye derhal alıp bir deliğe sokarlarmış.
  • Türkler batıl itikatlara öylesine bağlılar ki farkında olmadan kutsal kitapları olan Kuran’ın üstüne oturmak bile büyük suç. Hele bir Hristiyan için bundan büyük cürüm olamaz. Bir de gül yapraklarının yere dökülmesini hiçbir zaman hoş görmezler. İnançlarına göre gül Muhammed’in terinden yetişmiştir -tıpkı eski insanların bu çiçeğin Venüs’ün kanından yaratıldığına inanmaları gibi.
  • Bir Türk kurbağa, sümüklüböcek ve kaplumbağa gibi temiz kabul etmediği yiyeceği ağzına koymaktansa dilinin kesilmesine yahut dişlerinin sökülmesine razıdır.
  • Türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler kabiliyet ve faziletin mükafatı oluyor. Kişi tembel ve sahtekar ise hiçbir zaman yükselemiyor, küçümsenip hakir görülüyor. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden bir ırk olarak hâkimiyetlerinin hudutlarını her gün genişletiyorlar.
  • Ağır vazifeleri üstlenenler toplumun menfaati uğruna onlara kolayca katlanmalı ve sadece devletin yararını göz önünde bulundurmalıdır.
  • Türkler dilencileri hoş tutarlar zira meczupların ve delilerin cennetlik olduğuna, bu dünyadaki hayatlarında evliya addedilmeleri gerektiğine inanırlar. Bir diğer sınıf dilenciler de Araplardır. Bunlar sancaklar taşır ve ecdatlarının Müslümanlığı yaymak için bu sancakların altında savaştığını söylerler.
  • Türkler aynı dini paylaştıkları erkeklere savaşın kendilerine tanıdığı hakları uygulamıyor, onları hiçbir zaman hürriyetlerinden mahrum etmiyorlar.
  • Türkler tayların sevgisini onları okşayaral -ve çok mecbur kalmadıkça sopaya başvurmadan- kazanıyorlar. Sonuçta atlar insanlara büyük sevgi duyuyor. Bundan dolayı çifte atan, ısıran bir ata rastlamazsınız, saldırgan atlar ise yok denecek  kadar azdır. Aman Tanrım, bizim usullerimiz ne kadar da farklı! Ahırlarımızda görevli adamlar atlarına bağırmazlar ve böğürlerine vurmazlarsa tesirli olamayacaklarını sanırlar. Sonuçta hayvanlar korkuyla titrer ve seyisler ne zaman ahıra girse onlardan ürküp nefret ederler.
  • Onlarda güçlü bir imparatorluğun bütün kaynakları, yıpranmamış bir güç, dövüşte ustalık ve tecrübe, savaş görmüş askerler, zafera alışkanlık, zorluklara tahammül, beraberlik, düzen, disiplin, kanaatkarlık ve tedbir var. Yoksulluk, kişisel israf, zayıf bir güç, maneviyat bozukluğu, tahammülsüzlük, eğitimsizlik ise bizde. Askerler itaatsiz. Subaylar para canlısı. Disiplin küçümseniyor. Başıboşluk, umursamazlık, ayyaşlık ve ahlaksızlık yaygın. En kötü olan da şu: düşman zafere alışkın, biz ise yenilgiye. Sonucun ne olacağından şüphe edebilir miyiz?
  • Türkler köpeği pis bir hayvan olarak gördüklerinden evlerine sokmazlar. Onun yerini kedi almıştır. Kediyi çok daha ahlaklı ve bir dereceye kadar doğuştan mütevazı, terbiyeli bir hayvan olarak bilirler. Böyle düşünmelerine örnek olarak Muhammed’in davranışını gösterirler. Kendisi kedisine çok düşkünmüş. Okurken esvabının üzerinde uyuyormuş. Namaz için kalkması gerektiğinde kedisi rahatsız olmasın diye kedisinin üstünde uyuduğu yeni kesmeyi tercih etmiş.
  • “Her gaye için kullanılabilen ve asil bir nesne olan akıl insanoğluna Tanrı tarafından ihsan edilmiştir. Ancak insan bu aklı kötüye kullanabiliyor. Başına gelen felaketlere kendi hatası sebep olduğundan merhamete pek layık değil. Halbuki Tanrı hayvanlara insiyaki istekleri ve beslenme arzuları dışında bir şey bağışlamamıştır ve onlar bu itici güçleriyle hareket ederler. Dolayısıyla insanların şefkatine ve yardımına muhtaçtırlar. İşte bu nedenle bir hayvanın eziyet edilerek öldürülmesi veya çektiği acıdan zevk alınması Türkleri hiddete boğar.”
  • Türkler her işe dua ile başlar.
  • Osmanlı ordugahında her tarafa tam bir sessizlik ve huzur hakimdi. Ne bir münakaşaya ve zorbalığa rastlamak mümkündü, ne de içkinin yarattığı taşkınlığa, bağırış çağrışa ve sarhoşluğa Ayrıca her yer tertemizdi. Etrafta gübre yığınları veya çöp görmeniz, insanın gözünü ve burnunu rahatsız edecek bir şeyle karşılaşmanız söz konusu değil. Türkler bu gibi pislikleri ya gömüyorlar ya da göz önünden kaldırıyorlar.
  • Türkler Ramazan ayında güneş doğmadan, yıldızlar gün ışığında görünmez olana kadar yiyip içebilirler. Çünkü güneş bütün Ramazan ayı boyunca hiç kimseyi yemek yerken görmemelidir.
  • Muhammed’in kendi dininden olanlara şarap içmeyi neden bu kadar şiddetle yasakladığını merak ederdim. Bir defasında bana şöyle bir hikaye anlattılar. Muhammed bir dostunu ziyarete gidiyormuş. Öğle vakti düğün yapılan bir eve uğramış. Onu da davet etmişler. Misafilerin neşesi dikkatini çekmiş. Gösterdikleri samimi sevgiden, ellerine sarılıp öpmelerinden pek memnun olmuş. Ev sahibine sorduğunda öğrenmiş ki bu neşenin sebebi şarapmış. Evden ayrılırken insanları böyle güçlü sevgi bağlarıyla birleştiren bu içkiye Tanrı’nın lütfunu dilemiş. Fakat ertesi gün dönüş yolunda aynı eve uğradığında bambaşka bir durumla karşılaşmış. Her yerde feci bir boğuşmanın izleri varmış. Yerler kanla kızıl kesilmiş, etrafa insan parçaları saçılmış, şurada bir kol, ötede bir bacak ve sair parçalar. Bu korkunç olayın sebebini sorunca ona bir gün önce gördüğü misafirlerin şarapla çılgına dönüp öfkelerini kapıp koyverdiklerini ve birbirlerine saldırıp bu dehşet verici katliamı yaptıklarını anlatmışlar. İşte Muhammed bu olay yüzünden fikrini değiştirip şarap içmeyi lanetlemiş ve dindaşlarına sonsuza dek yasaklamış.
  • Gülmeyi küçümsemeyin, insanın sahip olduğu bu özel imtiyaz onun mutsuzluğuna en iyi tedavidir.
  • Süleyman hem kendine hem de ceddine ait zaferlerin körüklediği bir dehşetle karşımıza dikiliyor. Macaristan ovalarını 200.000 atlıyla aşıyor, Avusturya’yı tehdit ediyor, Almanya’nın geri kalan kısmına gözdağı veriyor ve kervanına burası ile İran hududu arasında yaşayan bütün milletleri dolduruyor. İçinde bulunduğumuz yarıkürenin üç kıtasındaki birçok krallığın kaynaklarıyla teçhiz edilmiş bir ordunun başında. Bunların her biri bizim mahvımız için kendi payına düşen desteği veriyor. Yolu üzerinde ne varsa yıldırım gibi çarpıyor, parçalıyor ve yok ediyor. Tecrübeli askerlerinin, onun hükümdarlığına alışkın ve fevkalade yetiştirilmiş ordusunun başında her yere adının dehşetini saçıyor. Kâh buradan kâh şuradan yarıp geçmek için hudut boylarımızda bir aslan gibi kükrüyor. Daha önceleri bu kadar ciddi olmayan tehlikelerle tehdit edilen milletler, güçlü bir düşmanın baskısıyla çoğu zaman topraklarını terk edip kendilerine başka yerlerde yurt aradılar. Ufak tefek tehlikeler karşısında sükuneti korumak fazla takdir görmeyen bir davranıştır, ancak bizim düşmanımız gibi bir tehlike yaklaşırken, etrafımızdaki krallıklar yıkılıp harabeye dönerken korkuya kapılmamayı Herkül’ün cesaretine benzetiyorum.

Ogier Ghislain De Busbecq - Türk Mektupları

TÜRK MEKTUPLARI – KANUNİ DÖNEMİNDE AVRUPALI BİR ELÇİNİN GÖZLEMLERİ

Yazar: Ogier Ghislain De Busbecq

Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları

Web Sitesi: iskultur.com.tr

ARKA KAPAK METNİ

Türk Mektupları, Kanuni dönemindeki Osmanlı İmparatorluğu’nu tanımak ve anlamak isteyen Avrupalıların yüzyıllar boyunca başvurduğu bir kaynak eser… Başta İstanbul olmak üzere Osmanlı ülkesinin dört bucağında uzun zaman geçiren bir hümanistin keskin gözlem gücüyle kaleme aldığı benzersiz bir kaynak… Hürrem Sultan’ın entrikalarından Şehzade Mehmed ile Beyazıd’ın hazin sonlarına, Rüstem Paşa’nın rüşvetçiliğinden Yeniçerilerin ordugâh ve savaş düzenlerine, tantanalı alaylardan sokak hayvanlarına, Türk kadınlarının meziyetlerinden İstanbulluların hamam âdetlerine dek kayda geçtiği her konu, bir belgesel film kadar renkli ve bir öykü kadar akıcı…

Üstelik Busbecq’in heyetinde yer alan ressam Melchior Lorichs’in aynı dönemde yaptığı çizimler, yüzyıllar sonra bu baskıda Türk Mektupları ile bir araya geliyor.

Yazar Hakkında

Muhammed Tutar

bilgisayar mühendisi, bilgi güvenliği uzmanı. önce okur, sonra yazar.

Tüm yazıları göster